ÜNAL yazısında şu ifadelere yer verdi:
Bizde toplumsal tabakalar vardır ama sınıf ayrımı yoktur; sosyalistlerimiz, Yahudi Marx ve Hristiyan Hegel’in bu topraklar ve toplumsal yapıyla tamamen uyumsuz fikirlerini savunurken ülkeye ve millete de yabancılaşmışlardır. Sol ve sosyalizmden mezhepçilik makyajını sildiğinizde geriye ayakları yere basmayan üç-beş maceracı, taklitçi numuneden başka bir şey kalmaz.
Türkiye’de 1 Mayıs’larda onun için Taksim Meydanı’nı zorlayan işçi göremezsiniz. İşçiye sınıf bilinci enjekte etmek için beyhude çabalayan 3-5 marjinal sol örgüt yıllık geleneksel polisle çatışma sporunu yapmak üzere meydanı işgal eder ve işçi istese de o meydana zaten giremez.
Bizde işçinin patronla ve sermayeyle ilişkisi çatışma, kavga, husumet üzerine kurulu değildir. Bu, işçimizin eylemsiz olduğu anlamına elbette gelmez. İşçi, hak ve adalet için gerektiğinde sokağa çıkmayı, hayatı durdurmayı, aylar süren eylemler yapmayı bilir; yapmıştır da, hakkını söke söke almıştır. Ancak bütün çabalara, bütün ithal dayatmalara rağmen işçimiz “sınıf bilinci” denilen zehre prim vermemiştir. Solun ve sosyalizmin Türkiye’de bir tabanı oluşmamıştır.
Türkiye’de ilk sendikal konfederasyon 1952 yılında, Demokrat Parti döneminde kuruldu. Türk-İş, çoğunlukla kamu işletmelerinde örgütlendi. Bu manada organik bir örgüt değildi.
DİSK ise 1967’de Türk-İş’ten ayrılarak kuruldu; kendisini solda görse de ilginçtir, Cumhuriyet elitleri eliyle büyütülmüş ve beslenmiş İstanbul sermayesi tarafından tercih edildi. “Tercih edildi” diyorum, zira tıpkı Türk-İş gibi DİSK de bir örgütlenme mücadelesi vermemiş, adeta hazıra konmuştur.
Türk-İş ve DİSK, rahat örgütlenmenin sonucu olarak en kritik dönemlerde vesayete vefa borcunu ödemişlerdir. Darbelerin hazırlık süreçlerinde, hatta 28 Şubat’ta olduğu gibi bizzat darbelerin tarafları olmaktan hiç çekinmemişlerdir.
Türkiye’de “organik” sendikacılık 1976’da Hak-İş’in kurulmasıyla başladı. İstanbul sermayesi karşısında Anadolu sermayesi kendi imkanlarıyla oluşmaya başlarken, Merhum Erbakan’ın da gayretleriyle Hak-İş bir işçi örgütü olarak ortaya çıktı. Hak-İş kimseye payanda olmadı. Anadolu sermayesinin, ya da sonradan MÜSİAD’ın bir “parçası” değil, oralarda da mücadeleyle, zorlukla örgütlenen bir denetim mekanizması olarak gelişti, büyüdü. Ayakları yere basan bir emek hareketinin hem sahada mücadelesini, hem fikirsel zeminini Hak-İş oluşturdu.
1995 yılında Merhum Akif İnan’ın gayretleriyle kurulan Memur-Sen de aynı mücadeleyi verdi; tamamen organik biçimde, önüne çıkan engelleri tek tek aşarak, bağımsız bir örgüt olarak emek hareketinde yerini aldı.
Türkiye’de statüko İstanbul sermayesini gerektiğinde darbe bile yaparak kollarının altında büyütürken, bir formalite olarak devletçi-sermayeci işçi örgütlenmesini de kendisi oluştururken, Anadolu’da, her türlü baskıya, engellemeye, darbeye rağmen hem bağımsız sermaye hem de bağımsız emek hareketi büyüdü, gelişti, güçlendi.
Hak-İş ve Memur-Sen’i salt emek örgütleri olarak görmek yanıltıcı olacaktır; Türkiye’nin en sağlıklı, sağduyulu, en önemlisi de yerli sivil toplum örgütleri olarak toplumun ve siyasetin şekillenmesini sağladılar. AK Parti’nin kuruluşunda ve 23 yıldır milletin teveccühüne mazhar olmasında pek görünmese de en çok Hak-İş ve Memur-Sen’in emeği, tecrübesi ve bir okul gibi yetiştirdikleri insan kaynağının etkisi vardır.
Şurası önemli: Hak-İş ve Memur-Sen, toplumu ve siyaseti şekillendirirken, hatta iktidarı bizzat kendileri inşa ederken, iktidardan imtiyaz görmediler hatta “üvey evlat” muamelesine bile maruz kaldılar. Ancak Hak-İş ve Memur-Sen’i güncel siyaset gölgesinde değerlendirmek yanıltıcı olur; bu örgütler dün vardılar, yarın da siyasi ortam ne olursa olsun var olacaklar. Siyasi parti tabelaları değişecek ama emek hareketi ve onun taşıdığı örgütlü misyon bir gelenek olarak Türkiye’yi şekillendirmeyi sürdürecek.
Türkiye’de hemen her meselede olduğu gibi örgütlü emek hareketinde de iki farklı fotoğraf var: Birisi, dün de olduğu gibi Taksim Meydanı’nda gürültü koparan, slogan atan, şov yapan, işçiymiş gibi görünen, kullanılmaya elverişli, her darbe döneminde de kullanılmış kuru kalabalık; diğeri de sessiz, derinden, son derece mütevazı şekilde mücadele eden, direnen, toplumsal dokuyla ve toplumun değerleriyle barışık hakiki emek hareketi.
Sosyalizm taban bulamazken, Hak-İş ve Memur-Sen’in sessiz ve derinden Türkiye’nin istikbalini şekillendiriyor olması bu yüzden.
Türkiye’nin organik emek hareketinin değerini takdir edelim; yarına onlar kalacak. Ancak aynı emek hareketinin, özellikle bu zor günlerde daha fazla inisiyatif almalarını, seslerini yükseltmelerini de dileyelim; zira bugünleri onlar kurdular, sorunlara çıkış yolunu da sadece onlar üretecek.
SENDİKA HABERLERİ SAYFASINI